29 Ağustos 2010

Sen Ölünce Kim Ağlar?



Bütün tüm kafamı kurcalayan bir şey vardı, “vericiliğim…” “Hop, noluyoruz, ne diyor bu adam , iyice şaşırdı” demeyin. Her şeyin bir açıklaması var: Elbette hiçbir iyilik karşılığını bulmak için yapılmaz. Ha karşılığını görmek için yaptığım şeyler elbet var, hepimizin vardır ama onların adı da iyilik değil zaten, “çıkar”! Ama iyi niyetli olduğum kişilerden daha sonra kötü niyet ve kötü eylem görmeyi zinhar hazmedemiyorum.

En güzel arkadaşlıklar, dostluklar yaş küçükken kuruluyor. Liseden, çocukluk zamanlarınızdan kala kala ya 1 ya 2 kişi kalıyor ki bunlar dostunuz oluyor. Çünkü hayat koşulları zamanın süzgecini ister istemez sallayıp diğerlerini eliyor. İşte bu diğerlerini kalbinizin bir köşesinde adları geçtikçe gülümseyerek anımsıyorsunuz hepsi bu!

Yaş büyüdükçe tabi ki yeni kişilerle tanışıyorsunuz ama siz o eski saf siz olmuyorsunuz, e karşınızdaki de eski saf “O” değil! Çıkarlar devreye giriyor, anlık istekler devreye giriyor ve ortaya tuhaf bir arkadaşlık çıkıyor. Bütün bunları bilmeme rağmen her yeni tanıştığım kişiyi hayatıma artı puanla alıyorum. Çünkü ben insanlara güveniyorum. İnsanların da bana güvenmesini istiyorum. Bazıları belki de herkesi kendisi gibi bildiklerinden “Sana güvenemiyorum!” diyor sebepsizce, hak yercesine! Yıkamıyorlar önyargılarını.

İstediğim sadece karşılıklı güven ve bunu hissettirmek. İşi düşünce aranmak değil bir “Nasılsın” demek için aranmak istiyorum çünkü ben sık sık “Nasılsın?” diye arıyorum. Birisinin bir şeye ihtiyacı olsun olmasın maddi ve manevi olarak yanında oluyorum, hastalanınca bir “Geçmiş olsun” diyorum. Tüm bunlar karşılık için elbet yapılmıyor ama bir ameliyat geçirip 3 gün hastanede yatınca haberi olup da aramayanları gördükçe veya “Nasılsın?” diye bile aylarca aramayıp dolayısıyla ameliyatımdan haberi dahi olmayanları duydukça o zaman dank ediyor işte o “vericiliğim”!

İyi gün dostları için hareket planı apayrı bir yazı konusu, onları şak diye anlayabilmek de apayrı bir meziyet zaten. Ama zamanla anlayacağım sanırım çünkü bu konuda yardım eden çok. Bazı insanları uzaktan sevmek hakikaten en güzeli, bazılarıyla ise muhatap dahi olmamak gerekiyor. “Bencillik” insanı ayakta tutan ve onu besleyen yegane kavram bence çünkü “vericilik” adı üstünde sürekli sizden sızdırıyor… “Hep ver hep ver nereye kadar?” dediğiniz anda zaten halihazırda kırık bir kalbiniz, yıpranmış sinirleriniz, maddi manevi eksik varlığınız oluşmuş oluyor. “Vericilik” yönünüzü törpüleyemeyip vere vere iyi niyet fahişesi olup çıkıveriyorsunuz. Benciller kralken sizin bu hale düşmeniz insanı hakikaten üzüyor.

Sizin başınıza bir şey geldiğin de maalesef yanınızda o kişiler olmuyor, “Ağlarsa anam ağlar gerisi yalan ağlar” cümlesi bir kez daha kendini kanıtlıyor.

Sahi hiç düşündünüz mü, verdiğiniz bunca emekten sonra, yaptığınız iyiliklerden sonra sizi kim düşünür?

Hiç sordunuz mu kendinize: Sen ölünce kim ağlar?

16 Ağustos 2010

Bir Santorini Masalı


Saat akşamın 20,30 ‘uydu ben kocaman bir geminin güvertesinden, tam da güneş batarken Kos Adasına el sallıyordum...

Kos tatilime kısa bir ara verip Santorini’ye gidecek, 1 günü Santorini adasında geçirdikten sonra tekrar gece vapuruyla Kos’a dönecektim.

O gece vapurda geçti, daha gün ışımamışken Santorini limanına vardık. Elimde bavulum olmadığı için herkesten önce gemi çıkış kapısına yaklaştım. Kapı açılır açılmaz gemiden çıkmak için 4 katı inmeye başladım, peşimde de bir ordu beni takip etmekte. Ben o sırada yanlış kapıya yönelmişim, sürü psikolojisiyle aynı ekip benim arkamda gemiyi tavaf ettik Hadi ben yabancıyım, onca Yunan da mı çıkış kapısını bulamadı da vakit kaybetti acaba? Laf yememek için hemen doğru kapıdan kendimi dışarı attım. Artık Santorini’deydim ve hava karanlıktı. Daha karaya ayak basar basmaz otel ister misiniz diye çevremi sardılar. Ee sabah olmasına bir kaç saat varken bir otele ihtiyaç duymadım. Hem aynı gece zaten Kos’a dönecektim.

Taksiyle Santorini’nin merkezi olan Fira’ya çıktım. Taksiyi 4 kişi paylaştığımız için 7’şer buçuk euro ödedik. Karanlık karanlık dolambaçlı yollardan tepeye çıkarken bir an için korkmadım değil. Ama güneş doğup Santorini kendini gösterince korkum yerini heyecana bıraktı. Sabah sütün yanın kremalı kruvasan ile bir kahvaltı yaptıktan sonra merkezde, Fira’da dolaşmaya koyuldum. Yürüdüm , yürüdüm taa Manastıra ulaşıncaya kadar... Yolun sol tarafı genelde otellerle dolu. Otel dediklerim lüks butik oteller aslında. Geceliği 200-300 eurodan başlayan suit tarzı evler... O kadar harikalar ki! Santorini Adası sönmüş volkanik bir dağ olduğu için aşağı baktığınızda olabildiğince uçurumu görüyorsunuz. Uçurum masmavi bir denize kavuşuyor. Ve bu otel odaları bu uçurumun eteklerine serpiştirilmiş. Her otelin bir havuzu bazılarının hem havuzu hem jakuzisi var. O havuzlarda yüzerken sanırım kendinizi uçuyormuş gibi hissediyorsunuzdur. O yol üzerinde geze geze öğleni ettim. Öğlen yemeğinin ardından Santorini’de başka neler yapılabilir diye araştırdım. 2 tane güzel plajı varmış, bir de volkanik adası varmış. Volkanik adaya gitmem için tekrar limana inmem gerekiyordu. Hem gözüm yemediğinden hem de plajlarını merak ettiğimden tercihimi Kamari ve Perissa Plajlarından yana kullandım. Öğleden sonra bol bol yüzüp gün batımında Oia’da olmam gerekiyordu. Hemen otobüsle 20 dakikada Kamari’de oldum. Beyaz pantalonlu kıyafet modundan anında mayolu moda geçtim ve kendimi o mavi sulara attım. Kamari hayatımda girdiğim en temiz denizdi diyebilirim. Su o kadar berraktı. Daha sonra Kamari’den Perissa’ya kalkan küçük tekne buldum. Ah onu bulmak o kadar iyi geldi ki yoksa tekrar merkeze otobüsle gidip sonra 2. otobüse geçmem gerekiyordu. Böylelikle bir plajdan öbür plaja 4 euro karşılığında tekneyle püfür püfür gittim. Perissa’da 2. yüzme molamı verip akşama doğru tekrar merkeze, Fira’ya gittim. Gün batımının en iyi izlendiği yer olan Oia için başka bir otobüse bindim ve 20 dakikada Oia’daydım. Saat 19,00’a gelirken “Eyvah güneşin batışını kaçırmayayım” diye telaşlanırken bir küçük şişe şarap alıp çantama atmayı da ihmal etmeyim. (Güneş batarken şarabımı içecem ya) Oia’da güneşe koşuştururken bir şeylerin ters gittiğini hissettim. Çünkü bulunduğum yere doğru hiç bir kalabalık yoktu. Bir markete sorup acı gerçeği öğrendim: Ters istikamete yürüyormuşum, güneş tam zıt taraftan batıyormuş. Saat 19,00’u epeyce geçmeye başlamıştı ve nihayet ben kendimi doğru meydana atabildim. İşte beklediğim kalabalık burdaydı ve herkes bir tepeye tünemişti. Hemen gözüme bir tepe kestirdim.Çıkmak için çöp bidonlarına tırmanmam gerekti ama değdi. İnanılmaz bir manzara karşımdaydı ve güneş resmen ufukta denizin içine batıyordu. Hemen şarabımı açtım, şişeden yudum yudum içe içe manzarayı izlemeye koyuldum.
Santorini için hep “Aşıklar Adası”, “Romantizm Adası” derlerdi hatta “Sakın ha sakın yalnız gitme” diye uyarırlardı. Sanki sevgilimiz vardı da O’nu götürmedik! Ayrıca hiç öyle sevgililik bir durum yok, bizzat gördüm kimi anasını almış gelmiş, kimi 3 kız gelmiş, kimi erkek erkeğe 4 kişi gelmiş vs... Tabi ki manzara harika, tabi ki tadını çıkarabilen için çok romantik ama karşımda gördüğüm 2 Hollandalı sevgili mal gibi güneşe bakarken ben şarabımla bir başıma çok daha romantiktim!

Güneşi hep beraber batırdık. Güneşin tamamen batmasıyla bir alkış koptu ki sormayın! Adetten olsa gerek herkes alkışladı! Ben bir an afalladım ama hemen ekibe uyum sağladım, neşe içinde alkışladım. Hemen sonra bir çiftle tanıştım. Benden fotoğraflarını çekmemi istediler. O sırada konuştuk, tanıştık. Kadın Yunan, adam Fransız ve facebooktan tanışmışlar. “Nasıl oluyor?” dedim. Facebookta oyun oynarken muhabbet etmişler sonra tanışmışlar vs.. O an farmville de inek besleyip, fasulye, kabak ekmediğim günlerime isyan ettim! Kadın fotoğraf çektirmeye biraz düşkündü bir 20 dakika poz poz fotoğraflarını çekmişimdir. Kadına “Ben de çok seviyorum fotoğraf olayını, yanımda 4 tshirt taşıdım bugün” dedim. Kadıni “Aaa haklısın terliyosundur,hava çok sıcak” dedi. Ben de “ Yok ondan değil, Santorini’de sürekli tek kıyafetle fotoğraf çektirmeyeyim “ dedim ve o an kahkahalar havada uçuştu. Gerçektendeöyle yapmıştım, beyaz pantalon , siyah deri parmakarası terliklerim sabit olmak üzere 4 tane tshirt değiştirdim ve değişik değişik fotoğraflarım oldu! (huyum kurusun!)

Tamamen akşam oldu, Fira’da bir kaç dolandıktan sonra limana olan son otobüsü yakaldım ve gayet ekonomik yollardan limana ulaştım. Geminin gelmesiyke bir geceyi daha gemide geçirim “Allahım sen beni Kos’ta uyandır” diyerek uykuya daldım. Son durak Kos değildi çünkü, işin ucunda kendimi Rodos’ta bulmak da vardı!

Sabahın 5,30’unda çok şükür Kos’taydım ve barlar sokağı gümbür gümbürdü!

Seyahatimin sonunda Allah’a Santorini gibi güzellikte muazzam bir adayı biz insanoğluna sunduğu için genelde, o adayı da bana göstermeyi nasip ettiği için özelde şükrettim!

11 Ağustos 2010

POPSAV Şarkı Günleri



POPSAV Şarkı Günleri organizasyonu, dün akşam Cemil Topuzlu Harbiye Açıkhava Tiyatrosunda 18 adet sanatçının katılımıyla gerçekleşti.

Açıkçası bileti aldığım zaman konser gelirinin ne amaçlı kullanılacağı konusunda bir fikrim yoktu. Konserin bütün gelirinin “Sanatçı Huzurevi” projesine gideceğini konserden 1 gün önce öğrendim ve kafamda soru işareti oluştu. Konser sırasında bazı şarkıcıların “Biz sanatçıyız, anı yaşarız, geleceğimizi düşünmeyiz, sonradan zor durumlarda kalabiliyoruz,destek olmak lazım” şeklindeki ifadeleri de bana çok ters geldi.

Belli sebeplerden ötürü mağdur olmuş, muhtaç olmuş kişilere yardım elini uzatmak tabi ki insanlık görevidir ama daha şimdiden “Ben sanatçıyım, normal biri değilim, günümü gün eder yarınımı düşünmem, böyle bir huzurevi,sanatçı sitesi olması çok faydalı” gibi söylemler bana çok ters geldi. Sanatçılık kisvesine sığınıp geleceği düşünmemezliği ben kabul edemiyorum. Herkes her ne mesleği icra ederse etsin geleceğini düşünüp yatırımını yapmalı. Sanki bu yatırım işi sanatçılarda daha da kolay...

***

Gecede merak ettiğim muallak olan bazı durumlar da vardı. Katılan sanatçı listesi neye göre seçilmişti? Popsav üyesi olan olmayan ayrımı yapılmış mıydı? Konserin tanıtımı neden yeterince yapılmadı? Kral TV maddi desteğini neden son anda verdi?

Ayrıca bazı şarkıcılar şarkılarını kütür kütür canlı okurken bazıları alenen playback yaptı. Bu durumda da bir koordinesizlik sözkonusuydu. Cemil Topuzlu Harbiye Açıkhava’ya 18 sanatçıyı çağırıyosan, bari sırf açıkhavanın hatrına tüm şarkılar canlı söylenmeliydi. Canlı performans gösteremeyecek olan kişiler yerine de elbet layıkıyla canlı şarkı söyleyebilecek isimler çağırılabilirdi.

***
Gecede bazı isimler 2 şarkı bazıları 3 şarkı seslendirdi. Sanatçı listesi 18 olunca, araya konuşmalar, plaket vermeler ve Çiğdem Tunç da girince konser epeyce uzun sürdü. 20,30’da yerime oturdum ve 01,45 ‘e kadar yerimdeydim (Ara ara dans etmeye kalkmalarım hariç). Gecenin uzayacağı hissedildiğinden olsa gerek Belediye Başkanı Kadir Topbaşın da katılımıyla hepberaber söylenen “Memleketim” şarkısı konserin tam ortasında söylendi. Açıkçası ben klasik olarak “Bir Şarkısın Sen” in söylenmesini onun da gecenin en sonunda hepberaber söylenmesini beklerken bu tabloya şaşırdım. Üstelik konserin ortası olmasına rağmen Bengü ve Murat Boz toplu şarkıya katılım göstermedi!

***

Gecede sahne alan bazı sanatçılar hakkında da yorum yapacak olursam ;

Bengü: Güzel bir kıyafet seçmişti. 2 şarkısını da playback okudu. Dansçıları vasattı.
Eski Dostlar: Beyazlar içinde çok tatlılardı. Çok özlemişiz onları. Çiğdem Tunç’un neden ekipte olduğunu hala anlayamıyorum. Gruptan çok bağımsız ve sanki tek başınaymış gibi davrandı, hatta bir ara grubu sahnede bırakıp kendi başına sahnedne indi ve belediye başkanı ile tokalaştı.
Erol Evgin: İzleyicileri coşturdu, adının hakkını canlı şarkılarıyla verdi.
Murat Boz: Zımbalı ceketi çok hoştu. O da 2 şarkısını playback okudu.
Deniz Seki: Farkını şarkıları canlı söyleyerek gösterdi. Onu ne kadar özlemiş olduğumuzu hissettirdi. Yeni sarı saçları ve aldığı ufak kilolar ona çok yakışmıştı.
Gülben Ergen: Şarkılarını canlı söyledi. Kendisini 15 gün önce kendi konserinde giydiği kıyafetle görünce önce yadırgadım ve ayıpladım. Geceye önem vermediğini düşündüm. Daha sonra kendisine bu eleştirimi aktarınca tam tersine bana, geceye çok önem verdiği için, bu konseri kendi konseriyle eşdeğerde önemli gördüğü için o kıyafeti seçtiğini söyledi. İkna oldum mu? Evet!
Tan: Dansçıları çok başarılıydı, canlı sahne performansı ile göz doldurdu.
Murat Dalkılıç: Gece 01,30 da sahneye çıkmasına ve playback yapmadı ve izleyicileri coşturdu. Ben bir tek onda kalkıp dans ettim.
Emre Altuğ: Son single şarkılarını canlı canlı söyledi, gayet başarılıydı.
Keremcem: O da canlı söylemeyi tercih edenlerdendi, her zamanki gibi klas ve beyefendiydi.
Metin Arolat: 2 şarkısını canlı söyleyip son albümünün çıkış parçası Kalpten Gidenin’i playback okudu. İyi ki de playback okudu çünkü o şarkıda vokal yapan Işın Karaca’nın sesi de bize ulaşmış oldu.
Eda Metin Özülkü: Harika yorumlarıyla müzik ziyafet çektiler.
Ziynet Sali: Beni kendine bir kez daha hayran bıraktı. Sahneye hakimiyeti, müthiş canlı performansı ile göz doldurdu.
Soner Sarıkabadayı: Hakan Peker son anda mikrofonu kapmasa gecenin kapanışı Soner ile olacaktı. Çok büyük alkış aldı ve şarkıları canlı söyledi. Sonerin sesi değişmiyo ama sanırım benim kulaklarım artık ona alışıyor. Yine de playback yapmasını tercih ederdim.


DİPNOT: Sonuç olarak Popsav 2010 Konseri ulvi bir amacı olan, playback de yapsa canlı da söylese zaman ayırıp katılım gösteren sanatçıların taçlandırdığı güzel bir geceydi. Böyle geceler sıklıkla yapılmalı. Hem yardım duygularımızı unutmamak için, hem normal iş yaşamlarında sıklıkla biraraya gelemeyen isimleri bir araya getirmek için ama esasen Yerli Müzik için, Yerli Müziği yaşatmak için!

9 Ağustos 2010

KOS














“biraz su, biraz yeşillik her yer benim evimdir
taşırım dünyayı sırtımda, her dil benim dilimdir”
(Ş. Ferah- Hoşçakal)


Bu dizelerde hareketle özensiz bir şekilde hazırladığım bavulum elimde, çantam sırtımda çok da istemeyerek düştüm Bodrum yollarına... Bir kaçgün Bodrum’da kalıp Kos’a geçmeyi planlarken her şey Bodrum’da kalacağım oteli görünce değişti! Her zaman kaldığım , Bodrum’daki evim olan otel yüksek sezon sebebiyle çok yüksek fiyat verince mecburen görece daha düşük ve daha önce kalmadığım bir otele gittim. Oteli gördükten sonra otelde sadece 1 gece kalıp ertesi gün sabahki ilk feribotla kendimi Kos’a attım.

İşte o an heyecan bastı... Bilmediğim bir yer, kendi kendime keşfedeceğim bir ada... Otelimi ayırtmışım ama nerde olduğunu bile bilmeyen bir ben...

Haritadan baktığım kadarıyla yönümü seçip sora sora otelimi buldum. Yol boyunca dikkatimi çeken ilk şey adadaki bisiklet yoğunluğuydu zaten farkettim ki bisikletliler için özel olarak ayrılmış yollar vardı. Demek ki yerleştikten sonra hemen bir bisiklet edinmem gerekiyordu.

Otele vardım, 3 yıldır öğrendiğim Yunancamın hakkını vererek otel çalışanlarını şoke ettim. Karşılarında bir Türk derdini anlatacak derecede iyi Yunanca konuşuyordu. Odam çok şirindi. Bir yatak, bir komidin, geniş bir gardrop, tuvalet masası ve tuvalet-banyosu vardı. Gayet temizdi. Geceliğine 30 euro verdiğim düşünülürse otel hakikaten iyiydi. Zaten günübirlik Santori’niye gitmeyi planladığım için ve son gece de Midilli’ye geçeceğim için otelde sadece 2 gece kalabilecektim.

Önce Demet Akalın dahil olmak üzere herkesin bahsettiği şu meşhur Carroten isimli güneş yağından aldım. Aynı gününde hemen etkisini gösterdi. Sonra hemen bir bisiklet kiraladım. Her gittiğim yerde yunancam sebebiyle ilgi odağı oldum. Bisikletimle günlerce tüm adayı dolaştım. Resmen elim ayağım oldu, bisikletsiz gece discolara barlara bile gidemez oldum. Bisiklete binmeye kendimi öyle bir kaptırdım ki Kos şehir dışına çıkmışım. Denize girebilecek uygun bir alan tam buldum derken oranın “Çıplaklar Plajı” olduğunu farkettim. Öyle bir yerle asla karşılaşmayı beklemediğim için şoklarda kalıp, o yorgunluğumu unutup son sürat oradan uzaklaştım.

Genel olarak Kos’tan bahsedecek olursam tatil için çok ideal bir yer. Bodrum’dan sadece 1 saat ve konaklama Bodrum’dan çok daha ucuz. Çok fazla turist var adada ve turistlerin çoğu Hollandalı. Kalanlar İngiliz, Danimarkalı, Norveçli ve Slovenyalı... Gündüz plajlar çok hareketli, geceler gündüzden çok daha hararetli... Barlar sokağı denen alan sabahın ilk ışıklarına kadar canlı. Saat sabah 06,30’du hala, discoda dans eden kalabalığı bizzat gördüm.
Yemeklere gelince... Turistik bir ada olduğu için Yunan Mutfağı ağırlıkta. Özellikle kalamarları enfes... Türkiye’de her nedense “zengin yemeği” olarak görülen kalamar Kos Adası’nda Yunanistan’ın diğer yerlerinde olduğu gibi hem bol, hem ucuz hem de her gün yenebilecek bir gıda..

Ivır zıvır yemekten adam gibi bir kalamar-rakı yapamayan ben son günümde bu işe giriştim.Bilemiyodum ki o kalamar başıma ne işler açacak! Saat 19,30 gibi güzel bir restaurantta bir tabak kalamar ısmarladım, maşallah gelen tabak öksüz doyuran misali bol bol kalamar, patates kızartması, pilav ve salatadan oluşuyordu. Midilli’ye gidecek gemim 20,45’teydi. Bu süre zarfında yemeğimi yer, bisikletimi teslim eder, otele gider bavulumu alır,taksiyle gemiye yetişirim diye düşündüm. Son eylemime kadar (gemiye yetişmek) her şey yolunda gitti. Yemeğimi yedim, bisikletimi teslim ettim ve otele gittiğimde saat 20.20 idi. Liman 10 dakikalık mesafede olduğu için içim pek bir rahattı. Hemen taksi çağırdım ve beklemeye başladım... 5 dakika oldu, 10 dakika oldu taksi yok! 20,45’te gemi kalkacak ben kafayı yemek üzereyim, taksi hala yok... En sonunda bavulumu aldım kendimi yola attım. Artık araba, kamyon ne varsa bincem gitcem çünkü çaresi yok 10 dakika kalmış. Yoldan taksi gelmez, arabalar durmaz, kamyon geçmez... Sonunda bir belediye otobüsü geldi ve kendimi ona attım. Ama o anda farkettim ki sırt çantam yok ! Otelde bırakmışım... Cüzdanım, telefonum, 2 güneş gözlüğüm,Carrotenim onda, vazgeçilmesi mümkün değil yani.. Mecburen indim tabi, tekrar elimle valiz otele marş.. Saat olmuştu 20,45. Otele vardığımda limanı aradım. O sırada taksi efendi teşrif etti taksiyle belki rötardna yakalarım diye yola düştüm. Bir yandan da geminin durumu için ordaki biriyle konuşuyodum. Karşımdaki ses : “Acele etmenize gerek yok, sakin olun” dedi... Ohh ben bir rahatladım, dedim kesin rötar var... Tam o sırada telefonun diğer ucundaki ses devam etti: “Şu saatten sonra yapacak bir şey yok, geminiz çoktan hareket etti..!” Yıkıldığım an o andı, Kos’a gömüldüğüm an yine o andı. Zaten 5 dakika sonra limandaydık, hava kararmıştı ve limanda yeller esiyordu!
Paramı ona göre ayarlamışım , son gün diye euroları bitirmişim, oteller ilişiğimi kesmişim, Nasılsa Midilli’den Ayvalık’a geçecem diye Bodrum feribotlarını kaçırmışım. Kaldım mı limanda valizlerimle... Hemen kendimi Bodrum’a atmanın yolunu aradım ama ilk feribot ertesi sabah 09,00’da dediler. Oteli aradım odamı geri istiyorum diye, yer yok dediler ama bir öneride bulundular... Otel arayacak gücüm,halim ve isteğim de yoktu mecburen otelimin önerisini kabul ettim. Kos’taki son gecemi otelin lobbysinde geçirecektim! Ağladım ağlayacam durumu... Sen onca güzel gün geçir, eğlen coş, Santorinilere git gel son gecen sana patlasın! Yoktu öyle yağma.. Lobby de olsa kalacak yerim vardı, cebimde kredi kartım da vardı çok şükür... Hemen Visa kart sağolsun krediden para çektim, valizimi tekrar otele koydum ve kendimi sokaklara attım. (Tüm gecemi lobbyde geçirecek değildim heralde). Kos’taki Bonus gecem bu şekilde başladı ve barlarda sabahı sabah ettim.3 saatlik lobbydeki uykumla da Bodrum feribotuna doğru yola çıktım...İçki şişeleriyle ağırlaşan valizim Bodrumda infilak edip bavulun sapı elimde kaldı! Çeksen çekilmez, itsen itilmez bir durumda Bodrum’da “Perişanlar 2” ‘yi oynamaya devam ettim. Sağosunlar Marinaya araba girişini engelledikleri için Otogara giden yolun ¾ ünü o halde katettim. Araba yoluna ulaşınca 300 metrelik otogar yolu için taksiyi sırasasından çıkarmak için dil döktüm ve kendimi İzmir otobüsüne attım... Müthiş hareketli geçen ve müthiş hareketli biten Kos tatilimin, bavulumun sapı elimde böylelikle bitmiş oldu:

NOT: Santorini başlı başına bir yazı konusu olduğu için bir sonraki yazı tamamen Santorini maceralarım olacak. Bilginize...