29 Eylül 2011

Çok Yaşa











Türk toplumu olarak birisi hapşırınca ona “Çok yaşa” deriz. Bu durum batıl inançtan öte bir kibarlık olarak görülür toplumda. Nedense yolda, sinemada, tiyatroda, ofiste birbirine kibarlık konusunda hiç de cömert olmayan milletimiz iş hapşırmaya gelince birden kibarlaşıp “çok yaşa “ temennisini her nerde, nasıl bir ortamda olursa olsun iletir.

Okullarda, kurslarda, seminerlerde tam sunumun veya dersin en önemli yerinde biri hapşırır. İnsanlık hali , şimdi kimseyi hapşırdı diye suçlayamayız ama o peşi sıra gelen “Çok Yaşa” lar yok mu... O kişinin yakın çevresindeki herkes mutlaka “Çok Yaşa” der, o sunumun o anının içine eder. Tanısın tanımasın, samimi olsun olmasın, “Çok Yaşa “ demeyini dövüyorlar sanki. Sonra da zaruri olarak cevaplanan “Sen de Gör” ler, “Hepberaber” ler...

Zaten birbirini tanımayan veya az muhabbeti olan insanların birbirine “Çok Yaşa” , “Sen de Gör “ demesi çok saçma. Hayatımda önemli bir yeri olmayan bu insanı bir daha nerden nasıl görecem acaba?

“Çok Yaşa” zamanla kuvvetle muhtemel, bilmiş orta yaş teyzelerin bilmiş katkılarıyla “İyi Yaşa” ya dönüşmüştür. “Ay yok ben çok yaşamayayım, çekerek yaşamaktansa iyi yaşaşayım” temennisi yatar bu “İyi Yaşa” nın ardında. Yeni trendimiz artık son zamanlarda “İyi Yaşa” olmuştur.
Kibarız ya , bir toplantıda veya eğitimde hapşırdığımız zaman mutlaka birisi en bilmiş ses tonuyla “İyi Yaşa” der. Nasıl karşılık vereceğinizi de bilemezsiniz : “Ya ben bunu tanımıyorum da ne desem acaba, sağol ? hep beraber ? kem küm...”

Bir de yeni trendlerden biri “Hapşırığını tutma !” Yahu biliyorum kaç kere yazıldı , çizildi, doktorlar tarafından onaylandı, hapşırığı tutmanın bazen ölümle bile sonuçlandığı görüldü. Ama sessiz bir ortamda “Çok Yaşa” lar gelmesin diye sessiz sessiz hapşırmak zorundayım. Ha bu sefer de ortamda benim sessiz hapşırdığımı duyan bir sivri hemen atlar:
“Aaaa hapşırığını tutmaa çok zararlı baak!”
“Yok yaa, ben bilmiyodum!”

Benim açımdan bu durum böyledir. Özellikle ofis gibi, eğtimi gibi seminer gibi hatta cenaze gibi sükutun korunduğu yerlerde hapşırarak ortama rahatsızlık vermekten öte gelecek olan “Çok Yaşa”, “İyi Yaşa” silsilelerinden ötürü zinhar hapşırmak istemem.
Ama biz çok kibarız ya, mutlaka iyi dileklerimizi karşımızdakine ortamın sessizliğini ve dikkatini bozmak pahasına iletmek isteriz. Sanki ben hapşırınca bana “Çok Yaşa” denmezse oracıkta ölüverecem. İşte batıl inanç!
Mümkünse bana kimse bana hapşırınca “Çok Yaşa” demesin kardeşim! Sahte “Sen de Gör” lerle o anki konsantremi bozarak kimseyle zorunlu olarak böyle bir diyaloga girmek istemiyorum. Ben de çok zorda kalmadıkça ben kimseye hapşırınca “Çok Yaşa” demiyorum çünkü bunu bir kibarlık , bir görgü olarak görmüyorum. Benim kibarlığım ve görgüm başka alanlarda zaten kendini gösteriyor zaten.

Ha bu arada şu sıralarda bir giyim markasının Kıvanç Tatlıtuğ’u oynattığı reklamlardaki hapşırma sahnesi ve peşine gelen Kıvanç’ın “Çok Sev” repliği var ki o ayrıca beni benden alıyor! Çok gereksiz ve o denli saçma. Hatta itici ! Ama Türk halkının “Çok Yaşa” lara olan zaafını ve bağımlılığını çok iyi bilen reklam dehaları bu durumu kullanarak reklamdan ve markadan çok iyi bahsedilmesini sağlıyor.

Cidden tebrik edilesi !

23 Ağustos 2011

Albüm













Bir müzik albümü hakikaten binbir emekle çıkıyor.

Albüme hangi şarkıların gireceğinin seçiminden şarkıların okumalarına kadar, albüm fotoğraflarından şarkıların sıralamasına ve albüm dizaynına kadar onlarca kişinin parmak izi değiyor o albümün her bir yanına.

Bu noktadan bakınca işte bu süreci çok “önemsiyorum”. Bu işinin hakkını vererek yapanlar ile sallabaş yapanların farkı zaten albümü elinize aldığınızda kendini hissettiriyor, dinledikçe belirginleşiyor.

Yeni çıkmış bir albümünün alıcısıyla ilk buluştuğu zamanda önyüz şüphesiz çok etkili oluyor. Ve inanın bana o albüm, şarkılarıyla olduğu kapağıyla hatırlanıyor.

Bir Sertab Erener “Lal” denince Sertab’ın güllerle süslü o naif bakışlı kırmızı albüm kapağı akla geliyor. Aynı şekilde Sezen Aksu “Deli Kızın Türküsü” deyince de çimenler üzerinde bir evin önünde ayakta duran Sezen benzeri küçük kız figürü... Candan Erçetin’in Elbettesi de, koyu yeşil bir arka fonda kırmızı bir sedirde iki elleri yanda siyah elbisesi ve kızıl saçlarıyla olanca asaletiyle oturan Candan fotoğrafıyla hala mim gibi akıllarda.

Kötü albüm kapağı da tabi ki ters etki uyandırabiliyor. Geçen gün bir müzikmarkette dolaşırken “Aaa burası erotik film mi satmaya başlamış” diye düşünmemi sağlayanTuğba Ekinci’nin 100 Derece single ı da buna bir örnek.

Albüm kapağındaki başarı içindeki şarkılarla da birleşti mi o albüm tadından yenmiyor ve arşivinizin bir elemanı oluveriyor.

Albüm kapaklarının başarısı yıllar sonra akıllarda kalarak ölçülebilirken şarkıların başarısı da yine yıllara meydan okuyuşuyla ölçülebiliyor.

Bir şarkı şarkıcısının 10 yıl sonraki konserinde o şarkıcının yeni çıkan albümlerine rağmen hala repertuarında yer bulabiliyorsa başarısını zaten kanıtlamış, hak ettiği değeri bulmuş oluyor.

Zaman her başarıyı tüm çıplaklığıyla gösteriyor.

10 Ağustos 2011

CİM












Özel isimlerin sonuna eklenen -cığım , -ciğim, -cuğum, -cüğüm isimlere sevgi/ilgi yükler.

Bu ekler bu şekilde yazılır ama söylemde -cım, -cim, -cum ve -cüm e dönüşür.

Sevimlilik ve sevgi ifadesi gibi görünse de farkında olmadığımız bazı gerçekleri tokat gibi yüzümüze çarpar bu ekler ;

En başta mesafe ifadesidir: “Ali naber?” ile “Alicim naber?” arasındaki mesafe kilometreler ile ölçülmez. Ali olmak ile Alicim olmak karşınızdaki insan nezdinde elbette farklıdır. Sizi gerçekten seven ,size değer verenler için “Alicim” sinizdir, size daha uzak olanlar için “Ali”. Net !

Kızgınlığı karşıya iletme aracıdır : Bir arkadaşınız için yıllarca “Alicim” sinizdir, farkında olmadan veya yanlış bir anlaşmadan ötürü bir anda “Ali” olursunuz . Karşı taraf sormadan sorgulamadan yıllar önce o koyduğu ”- cim” ekini anında alıverir. Böyle durumlarda cim ekini koymak zaman alırken kaldırmak ise şipşaktır.

Ayrıca kızgınlığı karşıya iletme aracıdır : Bu sefer kızan taraf adınızın sonunda bir “-cim” ekleyiverir. Ofisinizde veya sosyal ortamda daha hayatta size “Alicim” dememiş birini kızdırdığınız an “Ama Alicimmmmmm” oluverirsiniz. O m ler vurgulu vurguludur, bastırıla bastırıla söylenir. Bu noktada da “-cim” eki yapmacıklık mevzusuna kurban gider. Siz onun “Aliciği” misinizdir? Hayır, normalde size böyle der mi ? Hayır . Peki kızınca neden der? Meçhul! Ama bariz olan tek şey var ortada iyiniyet yoktur!

Değişen durumlar: O anın getirdiği duruma göre yine bir anda “Alicim” olursunuz. Mesela birine hediye verdiğinizde, ona iltifat ettiğinizde birinin işini kolaylaştırdığınızda, birinin çıkarını törpülediğinizde. .. İşte bu Alicim kelebek gibidir. Çok kısa sürer. O an için “Alicim” sinizdir sonra hemen Aliliğe geri dönersiniz. Hayat böyledir...

TAVSİYE: Biraz dikkat ettiğimizde bazı “cim” ler ışıl ışıl, parlak ve hakikidir. Zaten kimden ne maksatla geldiği o kişiden ötürü bellidir. Ama bazı “cim” ler ise lafta aynı özde sahtedir. Rengine baktığınızda mat olduğunu anlarsınız.
Bu durumlar böyledir, aman sahtelere kanmayın derim !

24 Haziran 2011

Kıskançlık














İnsan içgüdülerinin en doğal uzantılarından biridir kıskançlık. Hepimizde az oranda da olsa vardır. Bazılarımızı kamçılar, bazılarımızı kurutur...

Kıskançlığın sözlük anlamı;
“Başka bir kişinin bize göre bir üstünlük gösterdiği ya da sevilen birisinin başkası ile ilgilendiği kanısına varılınca takınılan tutum ve duyulan duygu” olarak geçer.

Yani kıskançlığın temelinde var olan iki kişi arasında birinin diğerine karşı var olan üstünlüğü yatar.

Kıskançlık bence iki türlüdür: Zararlı ve Zararsız.

Zararsız kıskançlık da zaten sorun yoktur.
“Onda var bende niye yok?” sorusunu kişi sorgular.
Kişi ne kendine zarar verir ne karşısındakine. Biraz mantıklı bir kişi kendi eksiğini arar, ne konuda eksiktir ki karşısındaki ona göre üstündür. Kendini sorgular, kıskançlık duygusu şeker olur bal olur kendini kamçılar ve bu noktada kıskançlığı faydaya dönüşür..

Ama zararlı kıskançlıkta işler değişir.
Soru bu durumda “Bende yok, onda niye var?” dır.

Bu noktada kıskanan kişi okları kendine yöneltmez. Karşısındakine hırslanır. Kendini yukarı çekmeye çalışacağına kıskandığı kişinin kendi seviyesine düşmesini ister. Mutsuzsa başkasının mutluluğunu kabul edemez. Onun da mutsuz olması onu rahatlatır. Böyle bir hasta ruhtur işte bu zararlı kıskançlık... Kişi kendini yer bitirir kendine zarardır. Daha beteri karşısındakine zarar vermeye başlayınca ortaya çıkar. Çamur atar, iftira atar, hırsını alamaz mümkün olsa kafa atar, tekme atar falan...

Kontrolsüz kıskançlık kötüdür. Hatta tehlikelidir.

Kıskançlığı cinsiyete indirgemek çok doğru değildir ama kadınlar kıskançlığı daha yüzeye vurur, erkekler daha içten götürür...
Başarı kıskanılır, güzellik kıskanılır, zenginlik kıskanılır, yaşam tarzı kıskanılır...

Kıskanılmakla kalınmaz çoğu zaman bu kıskançlık satıraltlarında ifade edilir...
En samimi söylenen “Hayat sana güzel” cümlesinin altında bile hafiften bir serzeniş yatar.
Bir insanın cümleyi kuruş şekli tüm duygularını ifade eder ;

Onda var bende niye yok?

Bende yok onda niye var?


Bu iki cümle arasında nasıl da büyük fark vardır değil mi?

Görebilene, hissedebilene ....

8 Haziran 2011

Öptüm, Sezen...




Mayıs ayının son bulmasıyla Sezen Aksu’nun son solo albüm çalışması “Öptüm” “Bakarsın Umduğundan İyi Geçer Yaz” sloganı ile müzik marketlerde yerini aldı.
Şarkıların dinlenmesiyle birlikte bir çok eleştiri de beraberinde geldi. Bence bu albümde beğenilmeyecek şarkı yok ama şarkıları beğenmeyen bazı muhalif sesler şu tarz eleştiriler beni hakikaten gerdi;

“Sezen artık eski Sezen değil.” ,
“Sezen eskisi gibi şarkı yapamıyor.”
” Bu şarkılarda eski şarkıların tadı yok”

E olmayacak tabi. Hangimiz eski biziz? Bugün hissettiğiniz yarına kalıyor mu? Ne demek bu şarkılar eski Sezen şarkılarına benzemiyor? Kadını o kült belli şarkıları yaptığı için pişman mı edelim şimdi?

Çok samimi söylüyorum bu “Öptüm” albümünü, aynı bu şarkılarla bir No Name şarkıcıya verin şu an en iyi çıkışı yapmıştı. Öylesi donanımlı bir albüm... Alper Erinç, Mithancan Özer, Aykut Gürel dokunuşlarıyla da albüm apayrı bir dinamizm kazanmış. Bu şarkılar Sezen Aksu albümünde yer alıyor diye eleştiriliyorsa maalesef yapacak bir şey yok.

Şarkılar hakikaten çok güzel. 3 kere dinleyin 5 kere dinleyin bana hak vereceksiniz. Tam yazlık bir albüm. Hele o slowlar , yaz gecesi rüzgarlarında dinlenince daha da güzelleşiyor sanki...
Hadi şimdi gelelim şarkılara; Sırasıyla..

Unuttun mu Beni: Şarkıyı ilk dinledim yavan geldi. Bir kez daha geldi yok ısınamadım. Üçüncü ve dördüncü dinleyişte şarkıya alıştım ama ne zaman ki albümüm en sonuna sürpriz olarak saklanmış şarkının demosunu Sezen Aksu’nun çıplak sesinden dinledim , şarkıya o an hayran kaldım. Daha sonra şarkının orjinalini dinleyince şarkıya aşık oldum. Bu kadar mı naif bir sitem olur bir şarkıda? : “O sahil, o ev, o ada, o kırlangıç da mı küs bana?” diyor Sezen... Deniz kenarında dinleyince eminim içinize işleyecek.

Arkadaş Şarkısını Duyunca: “Bir selam gelince, bir sela verilince , ağlarım Arkadaş şarkısını duyunca” nakaratıyla dikkat çeken, “Aramıza hayat girdi” dizesiyle gerçekleri yüzümüze vuran albümün hitlerinden bir şarkı. Eskiye duyulan özlem ancak bu kadar güzel anlatılırdı, üstelik hareketli, dinamik bir müzik altyapısıyla...

Ballı: Bu şarkı Sezen Aksu albümünde ilk defa bir Nazan Öncel şarkısı olması açısından bir ilk. Kıpır kıpır hareketli bir şarkı. Sezen Aksu’nun Nazan Öncel’den bir şarkı seslendireceğini duyunca açıkçası çok daha bomba bir şarkı beklemiştim, bu noktada hayalkırıklığı yaşadım ama kötü bir şarkı asla diyemem. Her yönden gideri var. Al başka birine ver A1 yapsın , çıkış şarkısı yapsın. Öyle yani.

Vay: Akşam olsun, gece olsun. Açın pencereyi bırakın rüzgar içeri girsin. Açın şarkıyı kapayın gözlerinizi... Sezen’in isyanına eşlik edin. Kalbiniz sızlamazsa ben de adam değilim! O kadar iddialıyım çünkü şarkı o kadar iddialı. “Vay yine mi keder, ama artı yeter...” Hakikaten “yeter be” diyeceksiniz!

Ayar: Bu şarkı tam bir hit. Sözleri ayrı güzel, müziği ayrı güzel. Hem fena gaza getiriyor hem anlayana fena ayar veriyor. Ayarın böylesine ben dünden razıyım. Tamam kabul arada vidalarımız gevşiyor, şaşırıyoruz işte o zaman bu sözler eşlinde insan Sezen’den okkalı bir ayar yemek istiyor.

Sayım: Bir Cemal Süreya şiiri... Nasıl bestelendi diye çok düşünmüştüm. Şarkıyı dinlemedne önce çok da heyecanlandım. Şarkıyı ilk dinlediğimde heyecanımda ne kadar haklı olduğumu anladım. Bu şarkı adamı Ilık ılık okşuyor , sebepsizce gülümsetiyor, bir tuhaf ediyor. Haytımda okuduğum en erotik şiir olan Sayım’ı muhteşem müziğiyle harika bir şarkı yapıyor ve dinleyeni tatlı tatlı uyuşturuyor...

Acıtmışım Canını Sevdikçe : Sözleri Yıldırım Türker’e müziği Sezen Aksu’ya ait bir şarkı. "Ah neden korktun, ah neden korktun / bir uyandım ki artık yoktun / uzanıp eşsiz hatırandan öptüm" sözleri sizi alıp götürüyor. Herkesin albümde bir çok favorisi var ama sanki herkes bu şarkıda buluşuyor. Öylesi güzel bir müzik öylesi uyumlu sözler... Muhteşem bir şarkı... Yerli Müziğin başyapıtlarından olacak bence. Bu arada albümde hala öpülüyoruz. Sözler öpüyor, şarkılar öpüyor... Hoşumuza gidiyor tabi ki...

Kaçıracağım Seni: Kötü diyemem, güzel bir şarkı. Ama diğerlerine nazaran iddiasız. Hani bana deseler albümde çok şarkı oldu, birini çıkarmamız gerekiyor. Ben hiç düşünmeden bu şarkıyı derdim. Beni diğer şarkılar kadar sarmadı. Mutlaka bu şarkının da sevenleri vardır ama ben ısınamadım.

Aşka Şükredim: Ah bu şarkı yok mu... Albümün gizli hiti. Albümü ilk dinleyince gözünüze çarpmıyor. Ama diğer şarkıları kanıksanıkça ve diğer şarkılara alıştıkça işte bu şarkı parlamaya başlıyor. Dikkat derim sonradan fena çarpıyor. Radyolarda en çok çalınacak şarkılardan birisi olacak. Çok sevdiğim bu şarkının en çok sevdiğim kısmı ise şu : “Doluya koy boşa koy , sabahlara kadar kan ter / Yut hapları oku kitapları geldik gidiyoruz bi haber”

Ah Felek Yordun Beni: Albümün enn eğlenceli şarkısı. Eğlenceli ve esprili sözleri ile dikkat çekiyor. Özellikle “yani, yani, yani, yani...” kısımları tam düğünlerde oynamalık, göbek atmalık... İyi ki koymuş bu şarkıyı bu albüme... Ah Sezen felek hepimizin eşeğine çüş diyor da sen bunu dile getirmeden farkında olamıyoruz...

Bu şarkının bitiminde Unuttun mu Beni’nin demosu var. Hoş bir sürpriz sizi bekliyor. Biraz dikkatli olanlar şarkının uzunluğundan peşinden bir şeyler geleceğini zaten çözmüşlerdir.

SON NOT: Kadın bu şarkıları yapmış, bu albümde toplamış. Ben daha ne olsun diyorum... Her albümü kendi içinde değerlendirmek lazım. Eğer şarkılar tek tipte ve bana hiçbir duygu geçiremeyen formatta olsaydı “Yok olmamış” derdim. Ekmeğim suyum Sezen’den gelmiyor ya, valla olmamış derdim. Ama şimdi yukarıda Allah var, bu albüme kötü diyen bence bir kez daha düşünsün. Takıldığı noktaları, çeşitli görüşleri bir kenara koysun ve müziğe başka mevzular ve hırslar karıştırmasın.

Albüm hakikaten çok güzel !

18 Şubat 2011

BEYAZ

















Ebru Gündeş…

“Tanrı Misafiri” ile kapımızı çalan, “Demir Attım Yalnızlığa” ile bir anda Türk halkının kalbine demir atan…

“Tatlı Bela” isimli 2. bir ara albümle asıl bombayı “Ben Daha Büyümedim” albümüyle patlatan, aynı albümdeki “Fırtınalar” şarkısıyla fırtınalar estiren Ebru Gündeş !

1995 yılına gelindiğinde Ebru Gündeş muazzam bir başarıya ulaşan 3. albümüyle ve o harika sesiyle artık büyük bir stardı. 1 yıl aradan sonra çıkardığı 4. albümü “Kurtlar Sofrası” albümüyle ve yeni hit şarkısı “Deli Divane” ile başarısını perçinledi.

1998 baharında yine Ebru Gündeş fırtınası bu sefer “Sen Allahın Bir Lütfusun” ile kopuyordu. 1999 un son aylarında ise “Dön Ne Olur” isimli albümü ve o albüm içinde bir çok hitle müzik piyasasındaki üstünlüğünü korudu.

2001 yılına geldiğimizce Ebru Gündeş bence kariyerinin en iyi albümü olan “Ahdım Olsun”’u çıkardı. Bu albümde yer alan 12 şarkının 12 si de ayrı bir hitti.

2003 yılının yazında şahane bir görüntüyle ve yepyeni bir imajla “Şahane” adlı albümünü piyasaya süren Ebru Gündeş bu sefer birkaç öne çıkan şarkıyla yetindi.

Daha sonraki yıllarda “Bize de Bu Yakışır”, “Kaçak” , “Evet” isimli albümler geldi. Bu üçlü arasında Kaçak diğerlerinden bir adım öndeydi ama Ebru Gündeş son albümleriyle ilk 6 albümüne göre bir hayli geride kalmıştı.

“Evet” albümü beni büyük bir hayal kırıklığına uğrattı çünkü albümü “Kızıl Mavi” bile kurtaramadı. Albüm hiti olarak öne çıkarılan “Harika” şarkısı 3 yaşındaki çocuğun bile anlayacağı düzeyde alalade bir Serdar Ortaç şarkısıydı.

Ebru Gündeş bu hafta 12. solo albümü “Beyaz” ı çıkarttı. Daha önceki “Evet” tecrübesiyle albümü hiçbir beklentim olmadan dinledim. İyi ki öyle yapmışım çünkü Ebru Gündeş albüm genelinde şarkı seçiminde yine ilk albümlerden çok uzak kalmış. Albümdeki şarkılar Ebru’nun o muhteşem sesiyle kendini elbette dinletiyor ama bana yeterli gelmedi.

Albüm geneline bakıldığında göze ilk çarpanlar 2 adet Sinan Akçıl ( Ağlamayacağım- Bir Gün Olacak) , 2 adet Serdar Ortaç (Ferman- Cumartesi) , 2 Ersay Üner (Hayrandım – Kime Ne) şarkıları. Ayrıca albümde neden konulduğuna anlam veremediğim, o davulların zurnaların hiç mi hiç yakışmamış olduğu “Aldırma Deli Gönlüm” ile oldukça başarılı düzenlenmiş “Yazık” coverları bulunuyor.

Albümün en sağlam hiti, zaten A1 yapılan zaten ilk klibin çekildiği Sinan Akçil bestesi “Ağlamayacağım”. Haikaten çok güzel ve akılda kalcı bir eser. “Bir Gün Olacak” da gayet eğlenceli dinlemekten zevk aldığım bir şarkı.

Ama aynı şeyleri Serdar Ortaç şarkıları için söylemem mümkün değil. Albümü kartonetine bakmadan dinlediğinizde 10 kişiden 9 u Serdar Ortaç şarkılarını kolayca bulabilir. Ferman Cumartesi’ye nazaran daha akılda kalıcı daha hoş,eğlenceli, eller havaya yapılacak tatta bir şarkı ama nerde eski Ebru hitleri dedirtmiyor değil.

Albümün gizli incisi “Beyaz”... O kadar naif bir bestesi var ki içinizi ısıtıyor. Sözleri de bir o kadar güzel.

Ersay Üner şarkılarına gelince sanki bir önceki albüme göre şarkılar bir gömlek daha altta. Kızıl Mavi’nin , Söyleyin’in tadını maalesef bulamadım.

Albüme hoşluk katan bir diğer şarkı da Zeynep Talu sözleriyle “Hiçbir Zaman”. Sözler her zamanki Zeynep Talu kaleminde.

Albüm kapak tasarımını da beğenmediğimi ifade etmek isterim. Büyük puntolu harfler bende göz yorgunluğu yaptı, Ebru’nun yandan gülüşü harika ona lafım yok.

Sonuç olarak verilen emeğe, Ebru Gündeş yorumuna büyük bir saygı duymakla birlikte Ebru Gündeş’ten bundan sonraki albümlerde birkaç güzel şarkının ötesine de gidecek şarkılarla dolu, sesi gibi dopdolu albümler bekliyor olacağım.

Zaten son 6 yıldır Ebru Gündeş konusunda bu aynı beklenti içindeyim.

16 Şubat 2011

NİLÜFER - 12 DÜET


















Nilüfer-12 Düet albümü müzikmarketlerde yerini aldı.

Alır almaz da daha bir albümün dinlenme, sindirilme süreci yaşanmadan Twitter’da birçok kişinin albüm hakkında olağanüstü yorumlarını görmedim. Ama kimse albümü şarkıları, müzik altyapılarını konuşmuyordu. Nilüfer’in fotoğrafları, gençliğini neye borçlu olduğu, artık rockçu oluşuyla ilgiliydi.

Bir proje kısa zamanda körü körüne ve alalade destekleniyorsa o noktada hep durmuşumdur. Hiçbir yoruma aldırış etmeden en objektif gözlüğümü takıp albümü dinlemeye başladım.

Şarkıların hemen hemen hepsi daha önce severek dinlediğim Nilüfer şarkılarıydı zaten Nilüfer’in 90’ların ortasında çıkarttığı “Yeniden Yetmişe” isimli best of albümünde yer almıştı.

Albümdeki şarkıların daha önceki versiyonlarından farkı rock müzik altyapısıyla rock müzik şarkıcılarıyla birlikte söylenmesi. Aslına bakıldığında daha önce bir örneği yapılmamış iddialı bir proje. Nilüfer’in kariyeri için tabi ki bir eşik değil, bende hobi olarak yapılmış izlenimi uyandırdı.

Altyapılar kesinlikle kötü değil, şarkı seçimleri albüm genelinde tutarlı. Favorilerim Gece Yolcuları-Haram Geceler, Ogün Sanlısoy-Hey Gidi Günler, Hayko Cepkin- Aşk Kitabı.

Eğer “Nilüfer” markasını canlı tutmak için bu tür bir proje albümüne girişilmişse işte bu noktada bir strateji hatası yapılmış olur. Çünkü bu albüm sayesinde dinleyiciler Badem, Cingi, Rashit, TNK, 4x4 gibi daha önce isimlerini belki de hiç duymadıkları rock şarkıcıları ve gruplarıyla tanışmış oldu . Bu albüm Nilüfer için değil ancak bu genç rockçı arkadaşlarımız için bir dönüm noktası olabilir. Bu projede yer almak çok büyük bir şans olmuş kendileri için.

Albümün ilk klibi bir Şebnem Ferah –Nilüfer düeti olan Nilüfer’in “n” kere albümlerine koyup temcit pilavı gibi karşımıza çıkarmaktan usanmadığı “Erkekler Ağlamaz” a çekildi. Klip ve şarkı da anlayamadığım kadar çok beğenildi. Evet şarkı bu altyapısıyla da güzel ama sonuçta Amerika yeniden keşfedilmedi. Şarkının bu versiyonunu böylesi lezzetli yapan içine Şebnem Ferah’ın o muhteşem yorumunun sızmasından başka bir şey değil bence!

Sonuç olarak böyle bir albüm olmasa da olurdu ama sonuçta olmuş, güzel de olmuş.

Keşke Nilüfer bu albümü yine bu rock müzik sanatçılarıyla ama onların en bilinmiş şarkılarını yorumlayarak yapsaydı.

İşte o zaman o albüm çok daha orijinal , o şarkılar Nilüfer yorumuyla çok daha iddialı olmaz mıydı?

15 Şubat 2011

MEDYA TERÖRÜ




2 hafta önce aramızdan ayrılan Defne Joy Foster’ın eşi İlker Yasin’e basın tarafından uygulanan olay tam bir medya terörüdür!

Medyamız yine ucuz manşetlerle reyting peşinde koşmak uğruna karalama listesine bir kişiyi daha eklemiştir.

Acı öyle bir histir ki algılanmaz, anlatılmaz... Sadece yaşanır;

Kimine acının yüzölçümü Sezen gibi yeryüzünden fazla gelir. Kimisi için de mayhoş bir koruktur.

Herkes acısını evinde yaşar, kalbinde yaşar.

Ne bekliyordu Medyamız? İlker’in kaç gün yas tutmasını bekliyordu?

1 yıl?

10 yıl?

Kaç yıl yeter a Medya? Ne sizi tatmin eder? Nasıl yapmalıydı ki İlker “Vay be adama bak ne yas tuttu?” diye manşet atasınız ?

Belli ki adam kafa dağıtmaya çıkmış arkadaşlarıyla hatta belli ki zorla çıkartılmış. İçerde eğlendi mi sanıyorsunuz? İçkileri havada uçuşturup eller havada dans mı etti sanıyorsunuz? Eminim sanmıyorsunuz ama manşetleriniz o şekilde !

İlker’in hiçbir vefasızlığı yok !

Bu ancak sen yaparsın Medya ! İlla reyting uğruna Defne’nin içinde bulunduğu yarışmaya devam ederek, yarışmanın başında yapmacık ağlamalar sergileyip 5 dakika sonra güle oynaya dans edip alkış tutarak , tüm jüri üzüntüden yutkunup konuşamayıp ama 5 dakika sonra bülbül kesilerek tüm bunları “Defne de böyle isterdi!” kisvesi altında yaparak ancak sen yaparsın !

Babaannemin vefatının sonraki 10. günde Rihanna konserine gittiğim zaman içimdeki gürültü konser alanından daha fazlaydı, bunu bilir misin sen Medya? Ama gittim. Evde olsam daha kötü olacaktım. İstemeye istemeye olsam da gittim. Sahnede bir dünya yıldızı mı varmış ne varmış umrum değildi! 2-3 saat kafamı dağıtmaya çalıştım hepsi bu. Twitter’da Rihanna konserindeyim diye yazınca bazı asalaklar “Yuh geçen gün babaannene ağlıyordun ne çabuk unuttun” şeklinde yazılar yazdı. Twitter beni ilk defa o an acıttı! Ama şaşırmadım. Çünkü bizleri çocukluğumuzdan beri yetiştiren büyüten sensin Medya !

Senin o beyin yıkayıcı manşetlerinden kurtulanımız kurtuluyor, sıyrılanımız sıyrılıyor.

Bunu başaramayan, etkinde kalan , beyni yıkananlar ise asalak kalmaya mahkum kalıyor.
Maalesef kurunun yanında yaşı da yakıyorsun Medya!

Gazeteciliği edebiyle, şerefiyle,haysiyetiyle yapanları o kadar gölgeliyorsun ki onları azınlık bırakıyorsun !

Yazıklar olsun sana !

6 Şubat 2011

IRISH PUB



Kar lapa lapa yağıyordu…

Havaalanından metroya binip otelimin olduğu metro istasyonunda indiğimde saat 22,30’u gösteriyordu. Acaba otel nerdedir derken otelin tabelası metronun hemen önünde görünce çok mutlu oldum… Şans benden yanaydı, bu karda kışta bir çok uçak iptal olurken Münih’ten Berlin’e sorunsuz gelmiştim ve otelim harika bir konumdaydı.
Hemen otelime yerleştim ve kendimi tekrar sokaklara attım.
Berlin’deydim ve hiçbir dakikamı fuzuli geçirmemeliydim.

Kardan gözüm hiçbir yeri görmüyordu ve Berlin’e ilk gelişimdi. İstediğim sadece bir pub’a gidip o enfes Alman biralarından içmekti. Yolda karşıma çıkan ilk kişiden yardım aldım ve otelden hemen 100 metre ileride bulunan Irish Pub’a gittim.

Oldukça geniş bir mekan ve dört bir yanında masalar ve tabureler var. Tam karşıda yüksekçe ve genişçe bir sahne. Haftanın her günü burada canlı performanslar sergileniyormuş. Ben de onlardan birine denk geldim. Muhteşem bir repertuarla çok güzel çalan bir grup vardı sahnede. Ordaki insanları öylesine avuçlarına almışlardı ki herkes ayaktaydı.

Oturduğım masanın hemen yanıbaşında 2 tane sarışın kız vardı. Ben otururken selamlaştık ve daha sonra muhabbete başladık. Kızlardan biri Türk olduğumu öğrenince çığlık attı ve Türk erkeklerinden nefret ediyorum dedi. Hoppalaaa noluyor demeden hikayesini anlatmaya başladı. Meğer bir Türkle evlenmiş, adam hayırsız,vefasız çıkmış, sanırım aldatmış, şimdi boşanma evresindelermiş vs… O sırada başka bir çocuk geldi yanımıza.O da benim gibi yalnız gelmiş mekana ve aslen İranlıymış. Tenormüş ve Berlin operasında çalışıyormuş. Bir erkeğin opera söylemesi İran’da yasak olduğu için mecburen ülkesini terk etmiş ve Berlin’e yerleşmiş. İran’ın dışladığı bu yeteneğe Alman devleti sahip çıkmış resmen! Çocuğun otelinden yemeğine her türlü ihtiyacını Alman hükümeti karşılıyor bir de üzerine maaş veriyormuş. (İşte sanata olan yaklaşım farkı!)
Biz çocuğun opera sanatçısı olduğunu duyunca kızlarla bir kuple bir parça söylemesini istedik. Sahnedeki grup bir yandan bas bas şarkısını söylüyor bu arada. Çocuk çok iddialı. Evde söylediğinde bardakları falan kırıyormuş sesiyle, o biçim yani. Hepimiz masaya toplaştık baş başa verdik ki çocuğu duyalım.Çocuk sessiz söylemek zorunda operayı çünkü biraz sesini yükseltse sahnedeki grubu bastıracak. Başladı söylemeye…
Hakikaten mükemmel bir ses ve eşsiz bir yetenek. Sahne aldığı yere davet etti bizi ama zaman kısıtı sebebiyle maalesef gidemedik.

Biz masada güzel bir ekip olmuşken sahnedeki grup bir yandan insanları coşturmaya devam ediyordu. O sırada gözüme bir kadın takıldı. Boyu 1,50 yok , 1,48 falan yaşı en az 75 . Almış çantasını tek başına gelmiş. Yerinde duramıyor. Kendisine has figürleriyle o kadar şeker li. Saç , baş, makyaj yerinde. Bir ara sahnenin dibine kadar yanaştı. Ellerini açıp iki yana sallaya sallaya yakışıklı genç solistin gözlerine baka baka soliste eşlik etti. Kadını hayran hayran izledim bütün gece. Hatta bir ara onunla dans etmek istedim ama nasıl karşılar diye düşünüp sonradan vazgeçtim. O yaşta o enerjisine, hayata olan tutkusuna, dansına, duruşuna hayran kaldım. Tek başına geldiği mekandan şapkasını takıp solisti öpmeyi ihmal etmeden ayrıldı. O’nu bir daha hayatım boyunca asla göremeyecek olmam ne tuhaf, o da asla kendisinin bende bıraktığı izden haberi olmayacak.

Hayat da çok tuhaf. Yollarda geçişiyoruz, şehirlerde karşılaşıyoruz, aynı ortamlarda bulunuyoruz ve birbirimizi hiç tanımıyoruz hatta bir daha hiç karşılaşmayacağız. Ama fark etmeden birbirimizin sırtını okşayabiliyoruz… Adını bile bilmediğim o yaşlı kadının benim ruhumu okşadığı gibi!

Irish Pub’u saat 03,30 gibi terk ettik. Kızlarla ve tenor çocukla cep telefonlarımızı değiştirdik, hepsini İstanbul’a davet etim. Gelirlerse görüşeceğiz belki yine karşılaşacağız. Kızlar ve çocuk otellerine dönerken ben başka bir club’e geçtim. Şehre adımını o gece atmış bir turisttim ve gece daha yeni başlıyordu.

Ve biliyordum ki gideceğim her mekanda beni bekleyen başka maceralar vardı …

27 Ocak 2011

SEYAHAT








Artık nerdeyse birbirimizi tanıyoruz ve siz de benim ne denli bir seyahat düşkünü olduğumu biliyorsunuz.

Yurtiçi , yurtdışı fark etmiyor, valizim elimde İstanbul’dan uzaklaştığım an özgürlüğüm başlıyor. Yurtdışı tabi ki tercih sebebim, sanki Türkiye dışına yolculuklarda daha çok heyecanlanıyorum.

Çünkü yurtdışında kendimi daha özgür hissediyorum , yeni yerler keşfediyorum, değişik yemekler yiyip yeni kişilerle tanışıyorum. Kimseye bağlı kalmamak , kendi kendimin efendisi olmak için de genellikle yalnız gidiyorum. Ha bana uyum sağlayacak bir kişi olacaksa ne ala tatillerimde kimsenin yedek parçası konumunda olmak istemiyorum.

2010 yılı bana büyük acılar yaşatsa da seyahat bakımından bayağı bir cömert davrandı. Sırasıyla Atina, Kos, Santorini, Selanik, Girne, Priştina, Prizren, Üsküp, Tiran, Podgorico, Dubrovnik, Zagreb, Münih, Berlin ve Roma ile beni buluşturdu. Bodrum,Antalya, Marmaris, İzmir, Ankara, Adana ve diğer illeri hiç saymıyorum…

Her gittiğim şehirde ayrı ayrı maceralar yaşayıp ayrı ayrı ayak izleri bıraktım. Şimdi tek tesellim bilgisayarımdaki fotoğraflar…

Yazın yenilen hurmalar kışın adamın bir tarafını tırmalarmış ya ben o hurmaları hem yazın he kışın yedim..Böylelikle şu an tüm vücudum tırmanmakta, kredi kartlarımın tek rakibi THY olmuş…Bu sebeplerden ayrıca 2011 yılı ile birlikte yeni işlerim ve sorumluluklarım olduğu için seyahate geçici de olsa şimdilik ara verdim. Ama her an niyeti bozup haftasonu için bir yere kaçabilirim, şeytan sürekli dürtmekte…

Seyahat konusunda tek üzüldüğüm şey dünyanın her yerinde yabancı turist olma ihtimalimin varken hayatım boyunca İstanbul’da hiç yabancı turist olamayacağım…İstanbul’da yaşıyoruz ama hayat gailesiyle, koşturmacayla şehri hakkıyla yaşayamıyoruz ki…

Hiç gittiniz mi Topkapı Sarayı’na?
Hiç bir Sema Gösterisini canlı seyrettiniz mi?
Kaçınızın Sultanahmette fotoğrafı var?
Hiç Taksim’de sabahlara kadar eğlenip sonra Taksim’deki otelinize döndünüz mü?
Ve daha niceleri…

İşte bu yüzden İstanbul’daki turistleri çok kıskanıyorum. Yaşadığım şehirde yaşayamadıklarımı yaşadıkları için…

Bazen seyahat etme dürtüm öyle bir tavana vuruyor ki kendimi GoogleEarth’te gezinirken buluyorum. O an nerde olmak istiyorsam oraya gidiyorum, googledan fotoğraflarına bakıyorum. Daha önce gittiğim bir yerse kaldığım otelin fotoğraflarına bakıyor o anları yeniden yaşıyorum.

İşte seyahat öylesi girmiş kanıma, fiilen gezmesem bile ruhum dünyanın bütün şehirlerinde dolanıyor…
Özgürce,
Hoyratça!